11 Ocak 2014 Cumartesi

Unutmayalım diye...

Eve döndüm. İstanbul’daki, dört yıllık üniversite hayatımın ardından Bodrum’daydım. Havalimanında yine kimse karşılamamıştı. Hep böyle olur. Garajda beklerler beni. Yine öyle olmasına, son zamanlarda yaşadıklarımızın doğal olan olarak kabul edilmesine sevindim. Sadece, iki yıl önce Bodrum Havalimanı yeniden inşa edildiğinden beri, uçaktan indiğimde ot kokusu gelmiyor burnuma. Bunun eksikliğini hâlâ daha hissediyorum. Neyin nereye çok yakıştığını, onu yakışığından koparmadan anlayamıyoruz. Ne yazık ki, öyle…

Havalimanından garaja giden yolda gözlerimi hiç kapatmadım. Bizim buranın havasının rengi bile bir başka, diyordum. Güvercinlik’ten geçiyorduk. Dağlara bakıyordum. Babamın çocukluğunda inek, koyun güttüğü dağlardı bunlar, Nazlıkız’ı kaybedince dedemin korkusundan eve dönemediği ve belki komşunun kızına nergis toplayıp da veremediği dağlardı. Son zamanlarda babam hakkında çok düşünmüştüm, onun gençliği hakkında. İşin ilginç yanı, muhtemelen o da benim gençliğim hakkında düşünüyordu. Endişeli miydi? Dışarıdaki gürültünün sesi gitmesin diye telefonu ve kafamı kazağın içine sokup, “Yurttayım babacığım, yemek yiyip ders çalışacağım” derken kızaran yüzümü görmüş müydü? Çünkü ben o gün ve birbirine benzeyen o günlerde hep yüzüm kıpkırmızı geziyordum. Koşmaktan ve biber gazı solumaktan ve “Arkadaşlar sakin!”, “Arkadaşlar ilerliyoruz!” ve “Doktor!” ve “Sedye!” diye bağırmaktan… Peki ya annem? Telefonda söylediğim yalanların kokusunu almış mıydı? O veya birbirinin aynı o günlerden birinde, gürültünün sesi gitmesin diye girdiğim o sokakta annemle konuşurken, sokağa biber gazı atılmıştı. Korkmuştum. Annem kokuyu alacak diye… Astımı var annemin. Biber gazı, malum… Biz, “Sık bakalıııımm, sık bakalııııımm…” diye bağırsak da, annem dayanamazdı. Belki o da bağırırdı, “Ona sıkmayın bana sıkın” diye ama ona da ben dayanamazdım. Ve kız kardeşim… O suç ortağım benim ki bizim ailede anne babaya yalan söylemek en büyük suçtur; bütün sırlarımı sakladı. Cesur kızdır. Aslan parçasıdır. Tıpkı erkek kardeşim gibi… Milenyum çocuğu, bilgisayar başından kalkmıyor ama o gün ya da birbirine benzeyen o günlerden birinde telefonda konuşurken, “Ağabeyciğim, Gezi Parkı’na gitme. Gidersen de çok dikkat et. Bana mesaj at arada. Annemlere söylemem” demişti. Burnumun direği sızlamıştı. Biber gazından değildi bu sefer ama daha çok acıtıyordu. İlk günleriydi direnişin…

28 Mayıs 2013 Gezi Parkı’nda ağaç nöbetinin başladığı ilk gündü. İlk gün belki yüz kişi yoktu direnişçiler. Ben 30 Mayıs gecesi katıldığımda sayımız binleri bulmuştu. Beşiktaş’ın İnönü’deki son lig maçı öncesi çıkan olaylar sırasında tesadüfen Dolmabahçe’den geçiyordum. İlk kez o gün tanışmıştım biber gazıyla. Allah’a soruyordum, neden diye. Her şeyde bir hayır var. O gün sabaha karşı polis ilk kez müdahale etti. Parka biber gazı atıldığında, gazı tanıdığım için soğukkanlı kalabilmem çok işe yaradı. Çünkü çoğunluğu gençlerden oluşan bir gruptuk. Biber gazının adını yalnızca haber bültenlerinde duymuş bir gruptuk. Çoğunluğu gençlerden oluşan bir gruptan daha çok, çoğunluğu hayatında ilk kez bir eyleme katılıyor olan bir gruptuk. O kadar çok apolitik insan vardı ki… Birçoğu daha sağ-sol ne demek bilmiyordu bile. Tamamen saf hisleriyle, yeşili korumak için oradaydılar. Daha önce kirlenmemiş, saf ve berrak beyinlerle, yüreklerle direnişin ruhunun saflığını simgeliyorlardı. Polisin müdahalesi biraz hafifledikten sonra tekrar toplandık. Ellerimizde kitaplar, kalkanlarının önünde polise orantısız güç uyguluyorduk. İnanılmaz bir hava vardı. Şarkılar, türküler, halaylar… Birçok insan çimlere oturmuş kitap okumaya devam ediyordu. Bu neşe ortamı o gecenin sabahına kadar devam etti.

Ertesi güne, 31 Mayıs sabahına da biber gazıyla uyandık, kahvaltı niyetine. Polis parkı ortadan yarmıştı. Grubun bir kısmı İstiklâl Caddesi’ne, bir kısmı ise Taşkışla tarafına kaçmıştı. Ben Taşkışla tarafına kaçanlarlaydım. Ana akım medya bütün bu olanların hiçbirini göstermiyordu. Bunun yerine penguenleri gösteriyorlardı. Muhtemelen dünyanın bir yerinde penguenler de zulme karşı bizimkinden daha çetin bir direniş içindeydiler. Onları kıskanmıştık. Olan biten her şey sosyal medya üzerinden insanlara aktarılmaya çalışılıyordu. Fakat orada da müthiş bir bilgi kirliliği söz konusuydu. Öğlene doğru İstiklâl Caddesi’ndeki grupla birleştik. Sayımız çok azalmıştı. Polis sürekli biber gazı ve plastik mermi kullanarak, TOMA su sıkarak meydana çıkmamızı engelliyordu. Fakat akşama doğru İstiklâl Caddesi’ne her yönden korkunç bir insan akını başladı. On binler zulme karşı direniyordu. Aynı saatlerde ülkenin birçok şehrinde, İzmir’de, Ankara’da insanlar Gezi’ye destek olmak için meydanlara yürüyordu. Saatler ilerledikçe polis şiddetini arttırdı. Biz de Tünel’e doğru çekilmek zorunda kaldık. O sırada İzmir’deki bir arkadaşım: “Sabahtan beri çıldırıyorum haber okumaktan, mobese izlemekten. İyiyim, de. N’olur” diye yazıyordu. Bir başkası,  “Tünel’de pusu kurmuşlar. Beşiktaş’a gelmeye bak. Uyanığım” yazmıştı. Bir başkası ise bölgedeki doktorları aradığını haber veriyordu: “Tamam merak etme, oraya yakın doktorları aradım. Ulaşamazlarsa haber ver yine. İyi mi arkadaşın? Plastik mermi mi?” Sahiplenilmek güzel şeydi. Sahiplenilmeye ihtiyacımız vardı. Çünkü o günlerde Sayın Başbakanımız, “Benim yüzde ellim…” diye talihsiz bir açıklama yapacaktı. Arkadaşlarımın çoğu oradaydı. Birbirimizden haber almaya çalışıyorduk. Kimisi ara sokaklardaki mekânlara sığınmıştı. Benim yanımda Onur’la Cemre vardı. O geceyle ilgili hatırladıkça güldüğümüz bir anı var. Tünel’e doğru çekiliyorduk. Bir ara arkama baktım. On beş kadar polis ve bir TOMA üzerimize doğru geliyorlardı. Aramızda yüz metreden az kalmıştı. Nasıl olduysa bir anda grubun en önünde kalmıştık. Bir son sürat yaklaşan TOMA’ya baktım bir de çocuklara. Onur hâlâ, “sık bakalım, sık bakalım” diye bağırıyordu. “Onur,” dedim, “Sakın arkana bakma, koş!”

1 Haziran sabahı korkunç bir kalabalıkla, sayımız daha da çoğalarak yeniden İstiklâl Caddesi’ndeydik. Yine biber gazı, tazyikli su… İnsanlar kaçmıyordu. Öndekilerin yerini hemen arkadaki grup alıyordu. Bizim nesil korku nedir bilmez. Çünkü daha önce hiç korkmadık. Bu korkusuz direniş karşısında polis çekilmek zorunda kaldı. Akşamüzeri saat beş civarında meydanı geri almıştık. Tam bir bayram havası vardı. Birbirimizi kucaklıyorduk. Herkes pürneşeydi. Fakat çok geçmeden sevincimiz kursağımızda kaldı. Meydanı ele geçirişimizle amaçsız kalan bazılarımız –ki hâlâ bizden olduklarını düşünmüyorum- etrafa zarar vermeye başladılar. Parktaki bir kulübeyi ateşe verdiler. Çevredeki dükkânları tahrip ettiler. Ana akım medyadan bir yayın kuruluşu da tam bu esnada yayına başladı. Kötü bir tesadüf oldu! Tertemiz bir zafer kazanmıştık. Şimdi bu yapılanlar taşsız, sopasız eylemimize gölge düşürüyordu. Ortalığı boş bulan birkaç siyasi parti de fırsattan istifade bayraklarını meydana dikiverdiler. Tabi, bundan güzel seçim propagandası olamazdı. Onlar da bu fırsatı kaçırmadılar. Oysa bu bir sivil direnişti ve biz bayraksızdık. Rengârenktik. Birimizin a dediğine, öbürümüz b diyordu belki ama bir arada durmayı başarıyorduk. Sayın Başbakanımızın deyişiyle bir avuç çapulcuyduk ama mutluyduk. Bu kenetlenme durumunun en güzel örnekleri, ülkenin en uzlaşılmaz rekabeti olan futboldan geliyordu. Beşiktaş taraftar grubu Çarşı, içerisinde her takımdan taraftarla bir nevi Kuvay-ı Milliye rolü üstlenmişti. Karşıyaka taraftarları ellerinde Göztepe atkılarıyla, Göztepe taraftarları boyunlarında Karşıyaka kaşkolleriyle otobüslere binip İstanbul’a geliyorlardı. Hâlbuki Galatasaray ile Fenerbahçe İzmir’de maç yapsa, maç sonu Karşıyakalılarla Göztepeliler, alakaları olmadığı halde birbirlerini keserlerdi. Bu sefer öyle değildi. Çünkü bu sefer mevzu başkaydı. Bu sefer bambaşka bir şeyler vardı. Ülkenin düşünmüyor denilen çocukları, berrak zekâlarını kaldırımlara, duvarlara yansıtıyorlardı:
            “Sen GTA’da polis döven nesle sataştın!”
            “Zengin direnişçilerin kaliteli maskeleri var kıskanıyoruz.”
            “Biber gazı bir Alex değil ama portakal gazı bir Hagi resmen.”
            “Aşkım gözüm çok yanıyor yaa… :(“
            “Everyday I’m Chapulling!”
            “Recep’i mi kullanıyorsun Tayyip’i mi?”
            “Havada rüzgâr yok, çadırlar kıpırdıyor. Kıskanıyoruz. :(”
            “Bir haftadır Face’te oyun isteği gelmiyor. Tehlikenin farkında mısınız!”
“Gözüne rimel süren değil, limon süren kadın güzeldir.”
            “Ay resmen devrim!”

Ertesi sabah havadaki bütün izleri temizlercesine bir yağmur yağdı. Biz de doğaya kulak verdik. En başından beri düsturumuz buydu. Çok ihmal etmiştik. Bu yüzden biraz da bir nevi gönül almaydı bizimkisi. Erkenden kalkıp Taksim’i temizlemeye başladık. Bir önceki gece ortalığı yakıp yıkanlar güneşin doğuşuyla birlikte ortadan kaybolmuşlardı. Ben İstiklâl Caddesi’ni temizleyen ekipteydim. Yanı başımda beş altı yaşlarında bir kız çocuğu plaj kovasına yüreğiyle molozları dolduruyordu. Ülkede yediden yetmişe bir direniş başlamıştı. Meydanlara gelemeyenler evlerinde tencere, tavayla direnişe destek oluyorlardı. O sıralar kimileri için sokaklar bugüne kadar duyulan en güzel ezgilerle çınlıyordu. Fakat sanatın böyle acımasız bir yanı var; herkes anlayamıyor.

Taksim’de olaylar durulmuştu ama Beşiktaş’ta ve ülkenin dört bir yanında çatışmalar devam ediyordu. Medya hâlâ hiçbir olayı yayınlamıyordu. Gezi’de bir şenlik havası vardı. Ben o sıralar Gezi’nin bu tutumunu vefasızlık olarak niteliyordum. Sanki daha bir gün önce zulme karşı dipdiri ayakta duran insanlar bunlar değillerdi. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Ancak bize sükûnet lazımdı. Direnmek için nüfusun ne kadar önemli olduğunu hepimiz görmüştük. Direniş için nüfus önemliydi fakat çözüm için düşünmek gerekiyordu.

2 Haziran günü Beşiktaş’taki büyük çatışmaların son günüydü. Ben Dolmabahçe’deydim. İnanılmaz bir mücadele veriliyordu. Dolmabahçe Camii revir haline getirilmişti. İnsanlar camiye, imamına, müezzinine, cemaatine güvendiler. O gece birçok insan o cami sayesinde kurtuldu. O gece Dolmabahçe Camii direnişin simgelerinden biri haline geldi. Fakat ertesi gün direnişçiler hakkında Sayın Başbakanımız dâhil olmak üzere birçok insan tarafından karalama kampanyası başlatıldı. İnsanların camiye ayakkabıyla girdikleri, içeride bira içtikleri konuşuluyordu. Peki, mevzu sahiden bu muydu? Konuşmamız gereken, tartışmamız gereken bu muydu sahiden? Orada insanlar canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Bir kesim bütün bunları görmezden geldi, dini değerler diye tutturdu. Eğer mesele dini değerlerse, orada hayat kurtaran da o dinin merhameti, vicdanıydı. Oradaki insanlar uzun zamandır ilk defa Müslümanlığın sıcaklığını hissettiler. Ben bir köşede naçizane Sayın Başbakanımızla konuşuyordum. Peki, siz ne yaptınız? Caminin imamıyla, müezziniyle, ayakkabıyla, bira şişesiyle uğraştınız. Ben oradaydım Sayın Başbakanım. Kimsenin hayat kurtarmaktan başka bir derdi yoktu. Kimsenin elinde bira şişesi yoktu. Camiye ayakkabıyla girdiler, evet. Ama can havliyle yaptılar bunu. İslamiyet’te, namazı bozmanın meşru olduğu durumlar arasında hayat kurtarmayı da sayıyor. Bunu söyleyen İslamiyet aynı zamanda, kıyamet kopuyor olsa bile elinde bir fidan varsa, onu dik, diyor. Unutmuş olabilirsiniz diye söylüyorum. İnsanız, hepimizi unutuyoruz.

Gezi Parkı’na yeniden yerleştikten sonra çok hızlı bir şekilde revirler ve Sivil İnisiyatif adı verilen yiyecek, kıyafet, battaniye vs. depolama ve dağıtım alanları kuruldu. İnsanlar ellerinde ne varsa buraya taşıyorlardı. Birçok gönüllü direnişçi parkın içini karış karış gezip ellerindeki su ve yiyecekleri dağıtıyorlardı. İnsanlar belki daha aç birileri vardır diye ikram edilenleri reddediyorlardı. O sırada arkadaşlarım da şöyle yazıyordu: “İyi misiniz? Ne lazım, getireyim hemen. Evim yakın. Yiyecek, su, battaniye, ilaç Allah ne verdiyse…” “Uyuyabildiniz mi? Nasılsın? Arkadaşların nasıl? Kahvaltıya bize gelin isterseniz. Hem karnınızı doyurursunuz, hem biraz uyursunuz.” İnanılmaz bir ruh vardı, hem Gezi’de hem kalbi Gezi’yle birlikte atanların olduğu her yerde. Bu kadar çok iyi insan bir arada… İki hafta önce söyleseler inanmazdık. Ama zaten bu durumun en inanılmaz tarafı; aslında gerçek olmasıydı. İlk günden beri elinden kitap düşmeyen bu topluluk için sağdan soldan getirdiğimiz taşlarla bir kütüphane inşa etmiştik. Biz polise taş atan değil, o taşlarla kütüphane yapan bir nesildik. Günlerce insanlar o kütüphanenin etrafında sabahladılar. Bu esnada Sayın Başbakanımız bizim çapulcu değil, terörist olduğumuz konusunda fikir değiştirmeye başlamıştı. Her açıklamasından sonra gerilim daha da artıyordu. Ben yine bir köşede kendimce Sayın Başbakanımızla konuşuyordum. Gerçekten, orada birçoğumuz ağzınızdan çıkacak bir merhamet cümlesi bekledik. Bunu bize çok gördünüz. Hâlbuki biz azıcık sağduyu bekliyorduk. Demokrasinin en büyük özelliği ve eksiğiydi, çoğunluğun egemenliğinin olması. Her yerde böyleydi. Uzundur bizi temsil eden kimse olmamıştı. Ülkede iki tip insan vardı; bir iktidarın temsil ettiği topluluk, bir de temsil edilemeyen azınlık. Siz azınlığı da mağdur etmeyerek demokrasinin bu eksiğini giderebilirdiniz. Bizim tek derdimiz, milletin gücünü tanımanızdı. Bize saygı duymanızdı. Sayın Başbakanım… Ne bize saygı duydunuz, ne de canları yiten ailelerin, kardeşlerin çığlıklarını… Oysa bir keresinde kürsüde bir mektup okurken ağlamıştınız. Çok olmadı… Ama unuttunuz herhalde… Olabilir. İnsanız, hepimiz unutuyoruz.

Gezi’de hüküm süren bayram havasıyla ve bazı yöneticilerin yumuşayan açıklamalarıyla geçti günler. Ve 9 Haziran’a geldik. İstanbul Valisi’nin tam da müdahale olmayacak dediği gecenin sabahın kahvaltıda yeniden biber gazı vardı. Bir anda ortalık birbirine girmişti. Polisler meydanı yeniden ele geçirmişti. Bu sırada o kötü niyetli insanlar yeniden ortaya çıkıp polise taş ve Molotof atmaya başladılar. Şiddet bu parkta olacak en son şeydi. Çünkü bilmiyorduk. Birçoğumuz anne babamızdan bir tokat bile yememiştik. Bizim için şiddet, direnişten önce sadece televizyonlarda olan bir şeydi. Gerçek hayatta böyle bir şey söz konusu bile değildi. Fakat bir nesil provokatör kelimesini öğrenerek yetişiyordu. Onlara laf anlatmak mümkün değildi. Baştan ayağa nefret doluydular. İyiliğin de böyle bir zaafı var; iyiye de iyi davranıyor, kötüye de… Biraz da bu yüzden sesimiz onlarınkinin yanında cılız kaldı. Hatta tepki gördük, tartaklandık, sindirildik. Eylemin ruhuna yakışmamakla itham edildik. Polisin müdahalesi sabaha kadar kısa fasılalarla devam etti. Özellikle psikolojik olarak yıpratmaya çalıyorlardı. Revirlere, Sivil İnisiyatif’e, her iki tarafın da kutsal saydığı mescitlere gaz bombaları atılıyordu. Direndik. Azaldık ama Gezi’de kaldık. Sonraki günler de müdahaleler devam etti. Yılmadık, birbirimizi motive ettik, inancımızı koruduk. Tam bu sırada yurt içinde ve yurt dışında bize destek amaçlı gösteriler düzenlenmeye başlandı. Haksızlığın olduğu her yerde Türkiye sesi yükseliyordu. Olayların başından beri konuşulanın aksine ülkenin imajının zedelendiği falan yoktu. Aksine Türkiye, başkaldırının, özgürlüğün simgesi olmuştu. Kurtuluş Savaşı’nda kazandığımız karakteri yeniden ortaya koymuştuk. Bir yandan da ulusal ve uluslararası olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne davalar açılmaya başlandı. Yabancı medya bizim ana akım medyamızın yapamadığını yaptı. Günlerce dış basının ana gündem maddesi olarak kaldık. Dünyaca ünlü sanatçılar, sporcular bize destek için ayaklandılar. Tüm bunların üst üste gelişiyle Birleşmiş Milletler, acil görüşme toplantısı yapma kararı aldı. Avrupa Birliği, Türkiye’yle müzakereleri dondurduğunu açıkladı. Sayın Başbakanımız baktı dünyayı karşısına alıyor, bir lütufta bulunurcasına, bir nevi alın parkınızı, sizin olsun, demek zorunda kaldı.

İlk günü düşünüyordum. Harbiye’den Gezi Parkı’na doğru giden yolu adımlarken erkek kardeşimle konuşuyordum. “Annemlere söylemem” demişti. Bu aklıma gelince burnumun direği sızladı yine. Bu sefer biber gazından değildi. Biber gazı yoktu artık. “Aslanım!” dedim. Sımsıkı sarıldım. En önden o koşmuştu. Garajdaydık. Bizimkiler tam takım, dayımın çocukları da gelmişlerdi. Önce çocukları öptüm. Sonra kız kardeşimi kucaklayıp havada iki kez döndürdüm. Ağlayan annemin gözlerini sildim. En son babamın elini öptüm. Hiçbir şey düşünmeden sarıldık.

Eve vardığımızda herkes bizi bekliyordu. Anneannem, dayımlar ve biz küçük bir arsanın içinde dip dibe oturuyoruz. Herkesle kucaklaştım. Mezuniyetimi tebrik ettiler. Darısı bizimkilerin başına, inşallah sana çekerler, dediler. Teşekkür ettim. Kimse direnişten bahsetmiyordu. Sanki haberleri yoktu. Babam bir iki kere soracak oldu, sınavlarım vardı, ilgilenemedim, dedim.

Ertesi akşam babamın yakın dostu Sinan Ağabey’ime yemeğe gittim. Taliha Abla direniş esnasında: “Sizinle gurur duyuyoruz. Tüm kalbimizle destekliyoruz. Bodrum’a dönünce de kimseye söz verme, bizdesin.” diye yazmıştı. Sinan Ağabey bir önceki direnişçi kuşağın temsilcilerindendi. Daha içeri girmeden sımsıkı sarıldı bana. Saçlarımı kokladı. Bütün direniş boyunca hem Sinan Ağabey hem eşi Taliha Abla inanılmaz destek oldular. Sürekli arayıp sordular. İnternette, Gezi’de okunan kitaplardan alıntılar paylaştığımız bir proje gerçekleştirmiştik. Oradaki iletilerin altına yorumlar yazdılar, gurur duyduklarını söylediler, ailem olarak. Hakikaten ailemdiler. O yüzden her şeyden çok, kapıdaki sarılışlarından bahsetmek isterim. Çevremizdeki insanların bizi sahiplenişi olmasaydı, muhtemelen direncimiz çok daha çabuk kırılırdı. Birçok arkadaşım günde en az üç dört kez –olaylar kızışınca daha sık- arayıp, mesaj atıp iyi olup olmadığımı sordular. Şöyle diyorlardı: “İyi misin? Arada yaz, nasıl olduğunu. Dikkat et, lütfen. Bir şey olursa bize gel. Uyumuyoruz, uyanığız.”

O gece hem yemekte, hem yemekten sonra bütün direnişi anlattım. Beni dinlerken gözleri ışıldıyordu. Onların gözlerindeki parıltıyı gördüğümde anladım, ne kadar önemli bir şey başardığımızı. Biz bir olmayı başarmıştık. Direnişi dirilişe dönüştürmüştük ve devrimcisi, ülkücüsü, imamı, müezzini, eşcinseli herkesi buna boca etmiştik. Biz bir umuttuk. Ülkenin her hanesine güneş gibi doğmuştuk. Yüzde ellinin değil, tüm ülkenin değil, tüm dünyanın umuduyduk. Sadece bir kısım henüz bunun farkında değildi. Çünkü uzun zamandır haksızlığa uğramıyorlardı. Uzun zamandır özgürlükleri gasp edilmiyor, zulüm görmüyorlardı. Hâlbuki onlarda bir zamanlar büyük acılar çekmişlerdi. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Biz bir kişinin, bir topluluğun değil, bir düşüncenin, eylemin karşısındaydık. Çünkü insanlar değişiyor ama zulüm aynı kalıyordu. İleride bir gün onlar da zulme uğradığında, bu sefer onlar için zapt edecektik meydanları. Belki başlarda bu samimiyetimizi anlatamadık insanlara, inandıramadık. Normaldi. Uzun zamandır samimiyeti de unutmuştuk. Olabilirdi. İnsandık,  unutuyorduk.

Sinan Ağabey’le Taliha Abla bütün anlattıklarımı heyecanla dinlediler. Zaman zaman o günlerde aklımıza gelmeyen detayları bulup, kendimizi de eleştirdik. Saat sabaha doğru koşuyordu. Bir ara direnişin sahiplenilmesinden bahsederken, Taliha Abla gidip defterini getirdi. Direniş esnasında yazdığım mesajlardan birini defterine geçirmiş. “Çok etkilenmiştik. Oradaki ruhu tümüyle hissettiğimiz anlardan biriydi” dedi, mesajı okudu:
“Canım Ablam, iyiyim. Bir kırk saattir uykusuzum onun yorgunluğu var biraz. Daha uzun süredir uyumayanlar da var. Bir de çok biber gazı soluduk, biraz da ondan güçsüz düştük sanırım. Sadece iyi olup olmadığımı sormanız bile moral veriyor. Şu anki durumda yardım isteyecek kimsemiz yok. Çünkü zaten onlarla mücadele ediyoruz. Arkadaşlarımızın desteği, burada olamayanların bizi sahiplenmesi, ne yapmaya çalıştığımızı doğru anlaması çok önemli. İnsanlara doğru anlatılmıyor. Haber alma olanaklarımız sınırlı. İnternet gidip geliyor. Her duyduğunuza da inanmayın. Sosyal medyada direnişin kendi sayfası var. Oradaki bilgi daha güvenilir. Desteğiniz için, eyvallah. Çocukları benim için öpün, çocuklar önemli.”

Taliha Abla okumayı bitirdiğinde hep beraber gülümsedik. Sinan Ağabey dilinin altından bir bakla çıkarıyormuşçasına sordu:
“E oğlum anlatmayacak mısın babana? Sen, söylemeyin endişelenmesinler, dedin diye, tek kelime etmedik biz. Söyle de onlar da gurur duysunlar çocuklarıyla. Tamam, biraz sağ görüşe yakınlar ama baban benim tanıdığım en aklıselim insanlardan biridir. Hem o da üniversitede seksen dönemine denk geldi.”
“Yok, mesele ideoloji meselesi değil. Biz bunun mücadelesini verdik zaten. Sadece, eğer söylersem artık her olayda orada olduğumu düşünüp endişelenecekler. Gerek yok, bilmesinler.”
“Ya oğlum, o anlamıştır zaten, biliyordur. Babalar çocuklarını sizin düşündüğünüzden daha iyi tanıyorlar.”
“Olsun, en azından ben söylemesem hiçbir zaman emin olamaz. Bu da onun avuntusu olur.”

Saat sabahın üçüydü. Müsaade isteyip kalktım. Çıkmadan çocukların odasına uğradım. Çoktan uyumuşlardı. Sessizce öptüm ikisini de. Çocukları sevmek lazımdı. Çocuklar önemliydi.

Eve geldiğimde sabah ezanı yeni okunuyordu. Saba makamı, başka bir ifadeyle derbeder makamı… Babam abdest almış namaza hazırlanıyordu. Beni görünce gülümsedi. “Günaydın Oğluş!” dedi, öptü. “Hadi bana müezzinlik yap da, birlikte kılalım sabah namazını. Gurur duyardım. Çünkü benim tanıdığım imamla müezzin birer kahramandı. 

Namazdan sonra bahçeye çıktık. Babam kızaran domateslerden birini koparıp bana uzattı. “Bu senekiler başka lezzetli” diyordu. Ben o sırada damla sulamayı açıyordum. Güneş doğmadan bir yarım saat bile olsa, sulansalar iyiydi. Ayaklarımız ıslak toprağa basarak sohbet ettik. Babam uzun zamandır gözünden rahatsız. Retinasındaki ödem artmış. “Son zamanlarda iyice okuyamaz oldum” dedi. Çocuklardan bahsetti biraz. Ufaklıktan yakındı. Sonra bir sessizlik oldu. Cırcır böceklerini dinliyordum ki babam:
“Ne konuştunuz Sinan’la bu saate kadar?”
“Arya Suat bu sene lise sınavına girecek. Kendimizce bir gelecek planlaması yaptık. Arya’nın kendi seçimlerini kendi yapacağını söyledim…” derken babam girdi araya:
“Sen de öyle yaptın değil mi?” Gülümsemiyordu. Hiddet de yoktu sesinde. Saf merakla soruyordu babam.
Ben de anlatmaya başladım.

Direniş’teki ilk gecemdi. Intercontinental Hotel’in parka bakan cephesinde çimlerde oturuyorduk. Kalabalıktık. On bir kişi falandık. Sürekli birileri gidip başka birileri katılıyordu. Herkes herkesin arkadaşıydı. Bir tek ben kimsenin arkadaşı değildim. Grubun en az konuşanı Damla, seninle birlikte oturabilir miyim, deyip yanıma çökmüştü. Ben kitap okuyordum. Damla’dan bir beş dakika sonra Yağmur geldi, Damla’nın ablası. Sonra Aykut, sonra Ayşegül, sonra diğerleri… Mehmet diye bir çocuk vardı. Sokakta görsen keş diyeceğin tiplerdendi. Galata’da barmenlik yapıyordu. Yağmur, Mehmet’in yeşil tişörtünü çok beğenmişti. Mehmet de buna çok sevinmişti. Birkaç saat sonra olacaklardan habersiz, gülüp eğleniyorduk. Hepimiz neşeliydik. Mehmet çok konuşuyordu. O gün bara gelen, hayatında gördüğü en uyuz adamı anlatıyordu. Adam kalkarken koltuğa parasını düşürmüştü. Parayı görür görmez alıp sokağa fırlamıştı Mehmet, adama yetiştirmişti. Niye yaptım ki, diyordu gülerek. İyi insanlara has bir gülüşle anlatıyordu. Mehmet çok iyi adamdı. Zaten sabaha karşı çişi geldiğinde, Yağmur’un gidip bir köşeye yapması teklifini de reddetmişti. Otlar solar kızım, diyordu. Mehmet çok naif adamdı. O gece oradaki bir dolu şahane adamdan biriydi.

Dolmabahçe’deydim. En büyük çatışmaların olduğu gün… Barikatın içine biber gazı düşmüştü. Ben o sırada barikatı ilerletebilelim diye önündeki demir yığınlarını kenara itmeye çalışıyordum. Ayağımın kırk santim yanına isabet etti gaz bombası. Gözlerim kapalı, bilinçsizce, öğürerek geriye doğru koşuyordum. Gaz bulutunun içine… Barikat iki gaz bulutunun arasında ve içinde kalmıştı. Gözlerim kapalı koşarken çamurun içine yuvarlandım. Biri beni kaldırıp kenara doğru çekti. Gözlerime, ağzıma Talcid’li su sıkıyordu, “Gargara yap, gargara” diyordu. Biber gazının etkisi otuz saniyedir. Sonra daha rahat nefes almaya başlarsın. O otuz saniye otuz dakika gibi gelir orası ayrı. Biraz gözlerimi aralayabildiğimde Beşiktaş atkılı bir adam bana gülümsüyordu. “İyi misin,” dedi, “Biraz dinlen burada.” Sonra koşarak uzaklaştı. O gece kim bilir kaç kişiye daha yardım edecekti.

Aynur Öğretmen vardı. Ağaçların diplerine kitaplar bırakıyordu. Çocuklar okusun diye. Çocuklar seviyor diye. Bu çocuklar okumaktan başka bir şey bilmiyor gibiler diye. Sonra o kitapları topladık, yenilerini ekledik. Bir kütüphane kurduk. İnsanlar günlerce o kitapların başında sabahladılar. Bir keresinde biraz uzakta durmuş kütüphaneyi, ağaçların altında kitap okuyan insanları seyrediyorduk, Aynur Öğretmen şöyle demişti: “İyi ki sizi eğitememişiz…”

Dolmabahçe’deyiz bir gece. Başka bir gece İstiklâl Caddesi’ndeyiz. Ortalık toz duman. Başak var, Ezgi var. Ellerinde Talcid’li su, peçete, limon, astım ilacı var. Kalpleri kocaman. Nerede gözü yaşlı biri var, onlar oradalar. Kanatları var sanki. Çünkü aynı anda bu kadar çok insana yardım etmelerinin başka açıklaması olamaz. Hepimiz ağlıyoruz. Hepimizin yüzleri, gözleri kıpkırmızı… Burnumuz akıyor, hem de ne akmak, sinüzit falan kalmamış. Başak’la Ezgi hâlâ koşuşturuyorlar, hiç uyumamışlar. Bizim gözlerimiz hâlâ yaşlı. Ağlamamanın imkânı yok, çünkü herkes bir diğerini kucaklıyor. Sabaha doğru kanatları iyice belirginleşiyor Başak’la Ezgi’nin. Gün doğarken başlarının üzerinde haleleri de var, gündüz gözüyle bile görülüyor.

Bir başka gece Gezi’deyiz. Başak var yalnız. Gökyüzü bulutlu. Serin. Sabaha karşı yağmur yağacak. Hava, hava gibi kokuyor, başka bir şey gibi değil. Uzaklardan bir piyano sesi geliyor. İnsanlar gülüşüyor. “Anne benim çadırım dağınık değil ki,” diyor biri, “Onun kendi içinde bir düzeni var.” İnsanlar yine gülüşüyorlar. Bizim çadırımız yok. Battaniyelerimiz var yalnız. Özgür Ağabey getirmiş. Ona da Özgür demiyor kimse, Muhtar diyorlar. Muhtar tam bir modern Robin Hood. Zenginden alıp fakire veriyor. Muhtarın başka çadırlardan alıp bize getirdiği battaniyelerimize sarılmış, çimlerin üzerinde uzanıyoruz. Başımızın altında Başak’ın çantası… İçinde üç şişe Talcid’li su var. Başak evde hazırlayıp getirmiş. Onların üzerinde uyuyoruz. Sabaha karşı bir gürültü; Muhtar, Robin Hood’luk yaparken yakalanmış. Başak’la birbirimize bakıp gülüyoruz. Sonra battaniyeleri bırakıp kaçıyoruz.

Gezi’nin sakin sabahlarından biriydi. Güneş Üsküdar’dan pırıl pırıl yükseliyordu. Gece çimlerde oturduğumu gören Cem ile Didem beni çadırlarında misafir etmişlerdi. Sabaha kadar bütün bu yaptıklarımızı konuşmuştuk ve bir adım sonrasını… O gün finalim vardı. Cem’le Didem’i uyandırmadan sessizce çıktım çadırdan. Sivil İnisiyatif’e doğru yürüdüm. Niyetim bir şeyler atıştırmaktı. Otuzlu yaşlarında bir abla vardı standın başında. “Günaydın abla,” dedim, “İyi misiniz? Uykusuz gibisiniz.”
“Günaydın. Yok, ben yeni aldım nöbeti de sen uyumamışsın galiba, gözlerin kıpkırmızı.”
Uyumuştum, yarım saat. “Hepimiz yoruluyoruz ama değecek” dedi abla. Bana cesaret vererek. “Okula mı?”
“Evet, sınavım var dokuzda.” Sınava gideceğimi öğrenen abla kaşlarını çattı. “Olmaz böyle,” dedi, “Adam gibi ye bir şeyler.” Ardından da tepeleme dolu bir tabak hazırladı bana. O gün sınavda bütün soruları yaptım. Birazını kendim çoğunu o abla için. Çünkü birbiri için yaşamayı seven insanlardık biz. Birbiri için bir şey yapmaktan mutlu olan insanlardık. Biz ne güzel insanlardık…

Bir akşam yine çimlerde oturuyoruz. Kalabalığız yine. Edebiyat konuşuyoruz. Musa günümüz kadın yazarlarından birini fena eleştiriyor. Anıl da tam zıttı görüşte. Sürekli itiraz ediyor. Yazarın kullandığı anlatım tekniklerinden tut, yazdığı konulara kadar hiçbir noktada anlaşamıyorlar. Neredeyse boğaz boğaza girecekler. O sırada Dayanışma’dan bir ağabey geldi: “Çocuklar hadi bir zincir yapalım, sular taşınacak” dedi. “Kalabalığız, zincire gerek yok, biz hallederiz” dedik. Suları taşıyoruz. Musa, Anıl’a: “Kardeşim sen şu tekliyi al, kalanını ben alırım belin ağrımasın” dedi. Anıl güldü. Biz de güldük. Sonra suları taşıdık.

Ben anlattıkça babamın yüzü ışıldıyordu. Gülümsemesi yüzünde parlıyor, dudaklarından gözlerine yansıyordu. Ben de anlatmaya devam ettim. Sokak aralarında, revirde gece gündüz uyumayan doktorları, hemşireleri, tıp öğrencilerini anlattım. Parası olmayanlara yemek yetmez diye, yemek için çevredeki lokantalara giden Mert’i anlattım. Koluma kan grubumu yazan kızın kucaklayan gülüşünü, onlarca insanın hayatını kurtaran kahraman imam ve müezzini anlattım. Bütün direniş boyunca her an yanımda olan, sesleriyle, mesajlarıyla bana ailemmiş gibi hissettiren insanlardan; Fatma’dan, Sinem’den, Ayral’dan, Gül’den, Deniz’den, Atmaca’dan, kuzenlerimden, Onur’dan, Cemre’den, Murat’tan, Fikriye’den, Cansu’dan, Tamara’dan, Burak’tan, Aslı’dan, Metin Ağabey’den bahsettim.

Bu insanları anlattım, çünkü muhtemelen hiçbir tarih kitabı bu insanlardan bahsetmeyecekti. Aileleri nasıl kahraman çocuklar yetiştirdiklerini bilmeyeceklerdi. Bu insanları anlattım, çünkü ben bitirdiğimde babam şöyle dedi:
“Çok insan uzun zamandır bunu bekliyordu. Şükürler olsun. İnşallah emeğiniz karşılığını bulur, bu yaptıklarınız unutulmaz.”

Ben de en başından beri bundan bahsediyordum. Olabilirdi. İnsandık, unutuyorduk. Fakat unutmamalıyız. Yaptıklarımızdan çok, bir zamanlar bir olabildiğimizi, bunu bir kez başarabildiğimizi unutmazsak yeniden yapabiliriz. Yeniden inanabiliriz.
-unutmayalımdiye. / Gezi Parkı, 16haziran2013.

-Kültür Mafyası Dergisi Temmuz-Ağustos 2013 Gezi Direnişi Özel Sayısı'nda yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder